11 Mart 2011’de Japonya’daki deprem ve tsunaminin etkisiyle Fukuşima nükleer santralinde meydana gelen kazanın ardından yaşananlar tüm dünyada ”temiz enerji” olduğu söylenen nükleer enerjide geri adım atılmasına yol açmıştır. Öyle ki, nükleer enerjinin yaygın olarak kullanıldığı Avrupa’daki ülkeler birbiri ardına nükleer santrallerini kapatacaklarını, yenilerini kurmak isteyenler de bu planlarından vazgeçtiklerini açıklamaya başladı.
Bugün tüm dünya ülkeleri nükleer Enerjiden kurtulmaya çalışmaktadır. Kanada ve Amerika’da 1978, Almanya’da 1982 yılından bu yana Nükleer Enerji santrali siparişi yapılmadığı, Fransa’da 1997 den itibaren nükleer santrallerin işletiminin askıya alındığı, Brezilya’nın bitmekte olan ikinci santralinden ve 1.1 milyar dolar harcadığı üçüncü nükleer santralinden vazgeçtiği, İtalya’nın 1987 de yapılan referandum sonucu nükleer enerji santralini kapattığı, Almanya’nın 1991’de bitirilen SNR-300 Kalkar ve Hanau MOX tesislerini hiç işletmeden kapattığı, İspanya’nın da ayni şekilde bazı santrallerini kapattığı bilinmektedir.
TC Çevre Mühendisleri odasının yapmış olduğu çalışmaya göre Kıbrıs, santralin olumsuz etkilerinden ve kaza olması durumunda radyasyondan en fazla etkilenecek bölgedir. Oda bünyesinde yürütülen çalışmada radyasyonlu parçacık dağılımı modellemesi (ABD-NOAA kurumu tarafından geliştirilen HYSPLIT (http://ready.arl.noaa.gov /HYSPLIT.php, Tek Parçacık Entegre Yörünge Modeli) yapılmıştır.
Benzer şekilde Kıbrıs Enstitüsü, Enerji, çevre ve su araştırma merkezinin yapmış olduğu çalışma, Doğu Akdeniz ve Orta Doğuda önerilmiş, planlanan ve inşaat halinde olan santrallerin yapılması durumunda Kıbrıs’ın büyük risk altında kalacağını göstermiştir. Hâkim kuzey ve batı rüzgârları nedeniyle Avrupa’dan gelen kirleticilerin atmosferde taşınması sonucu Akdeniz bölgesindeki riskin nispeten büyük olduğu belirlenmiştir.
Bu durumdaki bir meteorolojik rejimde güney Türkiye’de ki Akkuyu santralinden oluşacak radyoaktivite emisyonlarının ağırlıklı olarak Kıbrıs adasını etkileyeceği açıktır. Mersin ve Lefkoşa şehirlerinin hemen hemen aynı risklere maruz kalacağı belirlenmiştir.
Santrallerin Temel enerji kaynağı uranyumdur ve dünyadaki uranyum kaynaklarının 30-60 yıl yetebileceği hesaplanmaktadır. Nükleer reaktörden çıkan yanmış yakıtları, kazadan belâdan uzak şekilde, 250 bin yıl saklamamız gerekiyor.
Nükleer atıklar 70 dereceye varan yüksek ısıları nedeniyle önce santral yakınlarında bulunan soğuk su havuzlarında dinlendirilmek zorunda. Bu dinlendirme 5 yıl sürüyor. Ardından ara depolama safhası başlıyor. Soğuyan radyoaktif maddeler toprak altına gömülmeden önce ışıma oranının düşmesi için genellikle toprak üzerinde bulunan ‘ara depolarda’ yaklaşık 30 yıl daha bekletiliyor. Bu depolar 60 santimetrelik beton ve çelikten oluşan duvarlarıyla her türlü deprem, sel ve yangına karşı dayanacak şekilde inşa edilmek zorunda. Son depolama safhasında ise yaklaşık 35 yıldan beri bekletilen atıklar toprak altına gömülüyor. Bunun için eski ve kurumuş maden ocakları kullanılıyor. Bu yer altı depolarının derinlikleri ise 200-900 metre arasında değişiyor. Avrupa’da yaklaşık olarak 12 bin ton atık toprak altında bulunuyor.
Nükleer Santrallerin normal çalışmaları esnasında çevreye yayılan radyasyonun yol açtığı hastalıklar korkutucu boyuttadır. Çeşitli Ülkelerde yapılan araştırmalar göre özellikle çocuklarda lösemi artışı gözlenmiş ve kaydedilmiştir.
Dünyada nükleer santralların yaklaşık altmış yıllık kısa tarihinde, felaket boyutunda iki büyük kaza olmuştur. Biri 1986 yılında Çernobil’de diğeri ondan yirmibeş yıl sonra 2011 de Fukuşima’da meydana gelen ve INES (Uluslararası Nükleer ve Radyolojik Olay Ölçeği) e göre 7 seviyesindeki bu iki kazanın yanı sıra, 1987 yılı ile Haziran 2013 arası INES ölçeğine girmiş 611 olay yaşanmıştır. Buradan da anlaşıldığı gibi nükleer kazalar çok sık meydana gelmektedir. Bu kazaların yarattığı sağlık sorunlarının pek çoğu kısa vadede gözlemlenemese de bilimin ışığında tahmin edebilmektir ve bunlar “tamamen önlenebilir sağlık sorunu” olarak değerlendirilmelidir.
Santralların normal çalışmaları esnasında çevreye yayılan radyasyonun yol açtığı hastalıkların kanıtlanması, ortaya çıkan atığın yüzbinlerce yıl bertaraf edilemeyecek olması, atıkların çeşitli nedenlerle taşınma işlemi sırasında oluşabilecek kazalar ve santralların savaş ve terörist saldırılar nedeniyle tehdit unsuru olması, bugün ve gelecekte ne denli büyük bir sorunla karşı karşıya kalabileceğimizin ve enerji elde etme bahanesi ile insan ve diğer canlıların sağlığını bu denli büyük riske atacak bir yöntemle mücadeleyi gerektirdiğinin açık bir göstergesidir.
Ülkeler tarafından tek taraflı kararlarla nükleer güç santralleri inşa etmek potansiyel reaktör kazalarının uluslararası sonuçlarını ortadan göz ardı ettiğinden, uluslar arası hukuk açısından olarak suç sayılmaktadır. Yüksek sismik risk taşıyan, doğal değeri yüksek ve insan nüfusu fazla olan bölgelerde potansiyel bir nükleer kaza sonucu oluşabilecek radyoaktivite dispersiyon risklerini değerlendirmek bir zorunluluk haline gelmedir.
Nükleer Güç Santrallerinde herhangi bir kaza ya da sorun olmasa dahi, normal işletimi sırasında havaya, suya, toprağa radyonüklitler ve aerosoller yayılır.
Güneş ve rüzgâr enerjisi gibi temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının artık tüm dünyada aratarak kullanılmaya başlandığı bu dönemde nükleer enerji santralleri yerine doğayı koruyan güneş santralleri ve rüzgar türbinleri tercih edilmelidir.